25 Mart 2016 Cuma

Endülüs'ün kalbi Sevilla ve Ronda



İspanya'nın Endülüs bölgesini çok sıcak biraz zamanda gezdik. Sıcaktan bunaldık, soğuk içeceklerle serinledik, İspanyollar ile siesta yaptık.. Uzun zaman hayalini kurduğum Endülüs toprakları bana unutulmaz, çok keyifli zamanlar yaşattı. Endülüs bölgesinin merkezi ve en büyük şehri olan Sevilla ile başlayan gezimiz, Ronda, Cordoba, Granada ile devam edip Malaga'da sonlandı. Endülüs Emevi devletinin senelerdir etkisi geçmeyen Arap havası, Endülüs bölgesini gezenleri bir büyünün içine alıp sarmalıyor.

Yakıcı bir sıcakta ulaştığımız Sevilla bizi, gotik tarzdaki Santa Maria Katedrali  ile karşılıyor. Sevilla Katedrali çok büyük ve etkileyici bir yapı. İçerisinde Kristof Kolomb'un mezarı bulunuyor. Katedralin, 100 metreden yüksek olan çan kulesi Giralda çok etkileyici ve önemli bir yapı. Müslümanlardan kalan caminin mimaresi çan kulesine dönüştürülmüş.



Gezimiz Sevilla'nın çok ünlü bir meydanı ile devam ediyor. Plaza de España. 1928 yılında inşa edilen meydan, İspanya'nın tarihini anlatmakta. Bugün çok renkli ve turistlerin ilgi odağı olan bir yer haline gelmiş.



Sevilla'da  İslam sanatı özellikleri taşıyan harika bir saray bulunmakta. Real Alcazar sarayı 1300 lü yıllardan beri İspanya krallığına ev sahipliği yapmış çok ihtişamlı bir saray. İslam eserleri arasında çok önemli bir yere sahip. Alcazar sarayı Arap etkileri, göz alıcı çinileri, harika bahçeleri ile kesinlikle gezilmesi gereken bir yer.


Sevilla'da öğleden sonra siesta yapıp,akşama serinlemek için yapılacak en güzel şey bence Guadalquivir nehrinde keyifli bir tekne turu. Sevilla'yı ikiye bölen nehir, şehre bir canlılık katıyor.
Alcazar sarayının surlarında olduğu tahmin edilen 12 köşeli Torre del Oro yani Altın Kule Sevilla'nın simgelerinden bir yapı. Nehir kenarında zarif bir şekilde yer alıyor.



Sevilla'da günümüzde Plaza de Toros'daki arenada boğa güreşleri yapılmakta. Senede 40 kadar boğa güreşi yapıldığını öğrendik. Tesadüfen biz de arenayı görmeye gittiğimizde boğa güreşi yapılıyordu. Benim hoşuma gitmeyen bir konu olduğu için, içeri girmeyip sadece dışarıdan arenayı fotoğrafladık. Bu arada boğa güreşlerini izlemek için epey pahalı biletlerden almak gerekiyor.
 
Sevilla deyince ilk akla gelenlerden Flamenko dansı oluyor. Flamenkonun Sevilla'da doğduğu tahmin ediliyor. Harika ezgiler ile büyülü Flamenko dansı beni her zaman çok etkilemiştir. Daha önce Barcelona'da izlemiştim fakat Sevilla'da Flamenko'ya doydum. Şansımıza Sevilla'da bir Flamenko festivaline denk geldik. Bütün Sevilla fırfırlı kıyafetli çok şık kadınlar ile doluydu. Unutulmaz, keyifli gösteriler izledik.
 
Fotoğrafta, Endülüs bölgesinde sık sık karşılaştığım ve çok beğendiğim mor çiçekli Jakaranda ağaçlarını, Sevilla'nın boğa güreşi yapılan arenasını ve Flamenko festivalinden kareleri görebilirsiniz.
 
 

 
Sevilla dan sonra rotamız Ronda. Ronda Malaga iline bağlı, dağların arasında bulunan, Milattan önce kurulmuş bir yerleşim yeri. Burası boğa güreşlerinin ilk yapıldığı yer olarak bilinmekte. Arenası gezilebiliyor ve içerisinde bir boğa güreşi müzesi var. Benim çok ilgimi çekmese de bu çok eski tarihli yapıyı görmeliyim düşüncesi ile geziyorum.
 
 
 
Tarih boyunca bir çok sanatçının ilgi gösterdiği bir yer olmuş Ronda. Özellikle yazar Ernest Hemingway İspanya iç savaşını anlattığı kitabı Çanlar Kimin İçin Çalıyor? da Ronda önemli bir yere sahip. Kitapta geçen faşistlerin köprüden kanyona atıldığı yer olan Yeni köprü (Puento Nuevo) şehrin en ilgi çeken yeri. Gerçekten ben de daha önce böyle muazzam bir kanyon görmediğim için çok etkileniyorum. Ayrıca bir kitap okuyup, sonrasında kitabın konusunun geçtiği yerleri görmek benim için çok anlamlı oluyor.
 
 
 
 
Beyaz badanalı evleri, çinileri, Müslümanlık zamanında bir cami olup sonradan katedrale çevrilen  Santa Maria La Mayor katedrali, İspanya tarihinde çok önemli bir yere sahip Ronda'yı eşsiz ve unutulmaz kılıyor. Ronda'nın kendine has havası, huzur dolu sokakları orada bulunmak için büyük sebeplerden. Umarım bende bir gün tekrar orada bulunabilirim..
 
 
 
 
 

10 Mart 2016 Perşembe

3.kuşak bir mübadilin Selanik'i..

Sevgili anneannem Hasbiye Hanım ile sadece 15 yaşıma kadar beraber yaşayabildim. Anneannem her zaman hikayeler anlatıp bizlere bunlardan dersler verirdi. Annesi Halide Hanım 35 yaşlarında memleketi bildiği Selanik'in Drama kasabasından Lozan mübadelesi sebebi ile kucağında 2 yaşında anneannemden başka 6 aylık teyzeannem ve 2 üvey oğlu ile İstanbul'a gelmiş 1.kuşak bir mübadildir. Anneanneme ve ondan da bize hüzünlü mübadil hikayeleri birer masal gibi anlatıldı.
 
Annemin ailesinin Selanikli oluşları ve ulu önder Atatürk'ün de memleketi olması sebebi ile her zaman Selanik benim kalbimde çok özel bir yere sahip olmuştur. 10 sene önce derneğimiz ile ilk gidişimde çok duygusal zamanlar yaşamıştım. Bugünler de büyük bir şehir olan Drama'nın bir köyü olan Zağrıç'ta anneannemin doğduğu evi görmüştüm.
 
6 ay kadar önce çok özlediğim Selanik'e tekrar gidebilme fırsatım oldu. Selanik'in İzmir'e benzer yapısı, damarlarımda dolaşan Ege kanı ile benim için memlekete gelmiş hissi uyandırıyor. Ben yine  burada çok duygulanıyorum. Selanik'in Kordon havasındaki deniz kenarında, insanlar eğleniyor, geziyorlar. Yaşananları bilen, okuyan benim gözlerim Ege'nin sularına dalıyor. 93 sene önce tam da buralarda hüzün, ayrılık ve perişanlık kol geziyordu. Gemiler ile insanlar yerlerinden, yurtlarından koparılıyordu. Denize açılan bir tekneye binip, Selanik'e denizden bakıyorum ve yaşananları düşünüyorum. Yaklaşık bir asır geçmiş ve bizler 3.kuşak olarak özgürce gelip buraları gezebiliyoruz. Yaşanan dramı anlayamasak da onları yad edebiliyoruz.
 
 
 
Selanik'in gezilecek yerlerinin başında tabi ki Türkiye Konsolosluk binasının bahçesinde bulunan Atatürk evi geliyor. Atatürk'ün doğduğu düşünülen ( bazı kaynaklarda Atatürk'ün başka bir yerde doğduğu belirtiliyor) 1953 yılında müzeye dönüştürülen ev, en son 2013 yılında ki restorasyondan sonra bugünkü halini almış. 10 sene önce ki ziyaretimde bulunan eşyalar bu sefer yok. Üzülerek yazıyorum ki eski hali çok daha güzeldi. İçinde bulunan eşyalar ile oluşan tarihi havası ortadan kalkmış. Duvarlarında fotoğraflar olan modern havayı  maalesef ben beğenmedim. Sadece Atatürk'ün balmumu heykeli ilgimi çekti.




 
 
Selanik'e gelince kaleye çıkıp oradan manzaraya bakmayı çok seviyorum. Selanik manzarası ve Ege denizi bir tablo gibi gözlerimin önüne seriliyor. Oradan aşağılara kalabalık şehrin sokaklarına inip dolaşmak çok keyifli oluyor.
 
Şehrin merkezinde Unesco Dünya Mirası Listesinde bulunan Aya Dimitri kilisesi her zaman turistlerin uğrak yeri oluyor. Bu ilgi çekici yapı Bizanslılar tarafından 1400 lü yıllarda kilise olarak yapılmış ve Aziz Dimitri'ye adanmıştır. Kilise, Osmanlı Hükümdarlığı zamanında camiye çevrilerek Kasımıye Camisi adını almıştır. Yunanistan bağımsızlığını ilan ettikten sonra tekrar kiliseye çevrilip ibadete açılmıştır.
 
Selanik şehrinin simgelerinden sayılan, deniz kenarından bulunan Beyaz Kule bir Osmanlı eseri. İçinde Selanik tarihini anlatan bir müze bulunan kule harika bir manzara sunmakta. Kuleden biraz ilerleyince karşımıza Zangolopoulos Şemsiyeleri çıkıyor. Özellikle gün batımında çok güzel bir görüntü sunuyorlar.
 
Benim en çok ilgimi çeken ve gezmeyi çok sevdiğim müzelere burada yenilerini ekliyorum. Selanik Arkeoloji Müzesi ve Bizans Kültür Müzesini çok keyif alarak geziyorum. Özellikle Antik Yunan eserleri ile arkeoloji müzesi benim çok ilgimi çekiyor. Müze kafelerinde hem dinlenip hem keyifli zaman geçiriyoruz.

Bu arada fotoğrafta  görülen kahveler bizim Türk kahvemiz görünümünde olsa da adı Yunan kahvesi. Bir zamanlar tek vatan olmaktan ötürü Yunanlılarla benzer hatta aynı tatları çok paylaşıyoruz. Daha önce Türk ve Yunanlı arkadaşlarımın bizim, sizin kahvemiz kavgalarına şahit olup, benci senci bir insan olmadığım için hiç karışmadım.

 
 
İstanbul'da bulunan Aya Sofya'ya benzetilerek yapılan Selanik'in Aya Sofya kilisesini gezip, Aristotales meydanında keyifli bir mola veriyoruz. Tatlı bir sonbahar havasında, çok sevdiğim Selanik sokaklarında vakit geçirmek beni çok mutlu ediyor. Selanik'in tavernaları ile meşhur bölgesi Ladadika ise akşam yemek yerken çok keyif aldığımız bir yer. Masamızda meşhur Yunan salatası, taze deniz mahsulleri, mezeler ve milli yunan içkisi Ouzo bulunuyor. Sokak sanatçılarının güzel müzikleri ile unutulmaz, bir akşam geçiriyoruz. Tekrarını dileyerek çok sevdiğim Selanik sokaklarına veda ediyoruz..
 
 
 
 


7 Mart 2016 Pazartesi

Transilvanya

 
Çok sevdiğim arkadaşım sevgili Semra Bükreş'e yerleşince bir Romanya seyahati yapmamız mutlaka gerekli oldu. 23 Nisan zamanı gittiğimiz Romanya'nın Transilvanya bölgesi bizi karlı Karpat dağları ve serin bir hava ile karşıladı. Günün ilk ışıkları ile gezmeye başladığımız Sinaia, harika bir doğası olan ve Romanya Krallığı zamanında ülkenin başkenti olan yer. Sinaia'yı gezip, görmek istediğimiz Peleş Kalesi yolunu tutuyoruz. Peleş Kalesi ve sarayı krallığın yazlık sarayı olarak kullanılmış.

 
Peleş kalesinin içi antika mobilyalar, şövalyeler ve sanat eserleriyle dolu. Yemek odası, müzik odası, görüşme odası gibi odaları hayran kalarak geziyoruz.


 
Sinaia'dan Bran kasabasına doğru yol alıyoruz. Bu civarların en meşhur yeri, dünyadan çok turist çeken, bizim de Bran'a gelme sebebimiz; Bran Kalesi. Ama onu genellikle Kont Drakula Kalesi olarak biliyoruz. Yazar  Bram Stoker'ın kitabı  Drakula'da bahsedilen yer de burası. Kont Drakula hayali bir karakter olsa da gerçek hayattan Vlad Tepeş (Kazıklı Voyvoda) den ilham alındığı sanılmaktadır. Vlad Tepeş tarihe, yaptırdığı çok kanlı ve acımasızca işkenceler ile geçmiş, Macaristan Krallığından Eflak prensidir. 
 
 
Yeşillik içinde bulunan kalenin dış görünüşünü ben çok beğeniyorum. Gözlem kuleleri, zindanları, kuyuları ilgi çekici bir yer. İçerisinde Romanya Kraliçesi Marie'nin eşyaları ve işkence odası da bulunmakta.
 
 
Transilvanya bölgesi yemyeşil, dağlık ve tertemiz havası ile seyahat etmesi çok keyifli bir yer. Böyle keyifli yollardan geçerek Brasov'a geliyoruz. Gün bitmek üzere, şirin tarihi meydanda ki küçük otelimize yerleşiyoruz. Biraz dinlenip hem biraz dolaşıp hem de güzel bir restoran olan Sergiana restorana gitmek için dışarı çıkıyoruz. Sergiana restoran bir mahzeni andırıyor. Yerel kıyafetler giyen garsonlar bizi karşılıyor. Lezzetli Romen yemekleri yiyerek keyifli bir gece geçiriyoruz.
 
 
 
Sıcak bir güne uyanıp, Bükreş trenimize kadar Brasov'u geziyoruz. Tarihi meydan olan Piata Sfatului nin hemen yanında çok büyük olan Kara Kiliseyi (Biserica Neagra) geziyoruz. Avrupa'daki kiliselerin çoğunun girişi ücretsizken buranın ücretli olması bize tuhaf geliyor. Neyse ki Romanya hala kendi para birimi olan ve Türk Lirasına yakın değeri olan Lei kullanıyor.
 
Tampa dağında Hollywood yazısı gibi Brasov yazısı bulunuyor. Tampa dağına keyifli bir teleferik yolculuğu ile çıkıyoruz. İner inmez bizi karşılayan tabela, beni biraz ürkütse de ormanlık alanı geziyoruz. Her an karşımıza uyarıdaki gibi ayı, tilki, yaban domuzu ve yılan çıkabilir.
 
 
Avrupa'nın en dar sokağı ünvanını almış Strada Sforii yi görüyoruz. Gerçekten çok dar, iki kişi zorlukla yan yana durabilir.
 
 
 
Meşhur fırın Gigi'de bizim simidimize benzeyen Govrik ve Baniçka benzeri böreklerinden yiyip, Bükreş'e gitmek için tren istasyonuna gidiyoruz. Trenimiz Avrupa'nın diğer yerlerinde bulunan trenlerden biraz vasat ve yavaş. Güzel manzaralar eşliğinde yaklaşık 3 saatte Bükreş'e varıyoruz.
 
Brasov'un serin, sakin kasaba havasından sonra Bükreş bize daha sıcak ve kalabalık geliyor. Aslında,  ülkenin başkenti olan Bükreş 2 milyon civarı olan nüfusu ile çok kalabalık bir şehir sayılmaz.
 
 
Akşam saatlerinde sevgili arkadaşımız Semra ile buluşmamız ile çok keyifli saatler geçirmeye başlıyoruz. Bükreş sokakları çok hareketli ve ışıl ışıl. Şansımıza ışık festivali olan Spotlight Festival e denk geliyoruz. Binalar ışık dansları ile ortalığı hareketlendiriyor, araç trafiği kapalı, insanlar yollarda keyifle yürüyorlar. Bizde eğlenerek sohbet ederek geziyoruz. Sevgili Semra bizi güzel bir restorana götürüyor. Manuk hanı (Hanul lui Manuc) 1800lü yıllarda yapılan bir han, ortasında bir kuyu bulunan, çok yeri ahşap, otantik bir yapı. Burada yerel yemekler yiyoruz. Benim en çok mamaliga ve kaşkaval peyniri hoşuma gidiyor. Mamaliga ilk başta patates püresi sandığım fakat mısır unu ile yapılan bir lezzetli bir yiyecek.
 
Fotoğrafta, Odeon Tiyatrosunun önünde Atatürk Büstünü görebilirsiniz.
 
 
 
 
Yemekten sonra, Bükreş'in canlı gece hayatı bölgelerini geziyoruz. Havanın güzel olması ile barların dışına çıkan eğlence son hızlarında. Genç kızlar ve erkekler, özgürce, kimse kimseyi rahatsız etmeden eğlenebiliyorlar.
 
Ertesi gün daha sıcak bir güne uyanıyoruz. Kahvaltının ardından, park içerisinde açık hava Ulusal Köy Müzesi (Muzeul National al Satului) ni gezmeye başlıyoruz. Değişik mimarideki evler, bazı evlerin içlerindeki yöresel eşyalar bize çok değişik geliyor. Parkın içinde büyük bir göl de bulunuyor. 
 
 
Ardından Bükreş sokaklarını gezmeye başlıyoruz. Etrafı çiçekler ile süslenmiş Romanian Atheneum  bir müzik merkezi. Buraya yakın ve yeni açılmış olan French Revolution minik bir ekler pasta satış yeri. Renkli renkli eklerlerden zor seçim yapıp, dışarıda elimizde yiyoruz. Kesinlikle Paris'te yediklerimi aratmayacak lezzette.
 
Buradan çok büyük bir alana yayılmış, içinde göller, kafeler, restoranlar olan Cismigiu parkına gidiyoruz. Bol yeşil, her yer çiçek, kuş ve çocuk cıvıltılarının geldiği parkta keyifli zaman geçirip biraz dinleniyoruz.
 
Paristen esinlenilerek yapılan Zafer Takı,  Stavropoleos Kilisesi, Çavuşesku'nun meşhur sarayı Parlamento Sarayı gezdiğimiz diğer yerler.
 
Akşam yemeğimiz için Caru cu Bere isimli meşhur restorana gidiyoruz. Tarihi bina antikalar ile dolu. Romanya'nın çorbalarını çok seviyorum. Çorbanın yanında krema servis ediliyor. Çorbaya değişik bir tat veren kremayı ben çok beğeniyorum. Birde bizim lokma tatlımıza benzeyen Papanaşi isimli tatlıları var. Kızaran hamurun üzerine reçel dökülerek hazırlanmış. Yerel dansçılar yerel dansları sergiliyor. Yine dostlarımız ile harika, unutulmaz bir akşam geçiriyoruz.
 
 
Bizi gezdiren sevgili arkadaşım Semra Selim'e çok teşekkür ediyorum. Sevgili Bilan Vitanov Golemanov ile birlikle üçümüzün Üçlüyüz güçlüyüz grubu maceraları umarım daha da devam edecektir. :)
 
 
 
 
 
 
 
 
 

4 Mart 2016 Cuma

Hallstatt

Salzburg'dan günü birlik ziyaret ettiğimiz Hallstatt köyü rüya gibi bir yerdi. Salzburg  tren istasyonunda ki otobüs durağından 150  numaralı otobüse biniyoruz. Bu otobüs bizi bol yeşil, harika manzaralar eşliğinde Bad Ischl köyüne götürüyor. Yol yaklaşık 1,5 saat sürüyor. Oradan 20 dakikalık bir tren yolculuğu yapıyoruz. Tren seyahati çok sevdiğim, çok uzun süre bile sıkılmadan gidebileceğim bir yolculuk türü.  Trenden inip küçük bir tekneye biniyoruz. Hallstatt gölünden karşıya Hallstatt meydanına götürüyor bizi. Her ne kadar uzun ve yorucu bir yolculuk gibi gözükse de kesinlikle gitmeye, görmeye değer bir yer Hallstatt köyü. Köy olsa da insanın keşke her köy böyle olsa diyebileceği bir yer. Hatta Çin'de Hallstatt'a benzetilerek yapılan bir yer bulunuyor.


 
Hallstatt'ta tekneden indiğimiz yerde küçük bir büfe var. Orada çalışan bir Türk çocukla tanışıp, keyifli bir sohbet eşliğinde lezzetli kebaplarından yiyoruz.

Küçük, şirin bir meydanı var. Evler hep çiçekli. Hatta bazılarının önüne ağaç dikilmiş ve evleri kaplamış.
 
 
 
Salzburg ve çevresinin tuz madenleri ile kaplı olduğunu öğrenmiştik, burada da tuz madenleri bulunuyor. Tuz madenlerini gezmek yaklaşık 2 saat sürüyor, bizim de dönüş treni için o kadar vaktimiz yok. Keyifli bir finükü yolculuğu ile çıkılan tepeye çıkıp inanılmaz manzarayı izliyoruz
 
 
 
 
Kemik Evi” anlamına gelen Beinhaus, kemiklerden inşa edilmiş bir yerdir. Eski zamanlarda yetersiz mezar alanı olduğu için ölüler geçici olarak gömülür, 10-15 yıl sonra kemikleri toplanıp güneşte beyazlamaları için bırakılırmış. Sonrasında Beinhaus’a yerleştirilirmiş. 70li yıllarda Katolik kilisesi ölülerin yakılmasını onayladıktan sonra bu uygulama durdurulmuş. Bu ilginç yapı mezarlık bölgesi içerisinde bulunuyor. Biraz ürkütücü olsa da merak ederek içini geziyoruz.
 
 
 
Hallstatt'a hiç istemeyerek veda ediyoruz. Gerçekten inanılmaz bir doğası ve havası var. Etrafı dağlık olduğu için çok temiz bir hava. Çok temiz, çok yağmur aldığı için çok yeşil, çok çiçekli. Evleri masal diyarlarındaki gibi.. Umarım bir gün tekrar yolum Hallstatt'a düşer..